Ak Gençlerin Bulusma Noktası Ak Gençlerin Bulusma Noktası
   
  akpartikonyaaltigenclik
  Davetçilerin Hamisi Habibun Neccar
 

DAVETÇİLERİN HAMİSİ HABİBUN NECCAR





Sen onlara, o şehir halkını örnek ver. Hani oraya peygamberler gelmişti. Hani biz onlara iki peygamber göndermiştik, fakat onlar ikisini de yalanlamışlardı. Biz de (onları) üçüncü bir peygamberle destekledik. Onlara: ‘Şüphesiz ki biz size gönderilmiş elçileriz.’ dediler. Onlar da: ‘Siz bizim gibi insandan başka bir şey değilsiniz, hem Rahman olan Allah, hiçbir şey indirmedi. Siz sadece yalan söylüyorsunuz’ dediler. Onlar dediler ki: ‘Rabbimiz biliyor ki biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz. Bize düşen de sadece apaçık tebliğdir.’ Onlar dediler ki: ‘Herhalde biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer bu işten vazgeçmezseniz, and olsun ki, sizi hiç tınmadan taşlarız ve mutlaka bizden size pek acıklı bir azab dokunur’ dediler. Elçiler de şöyle cevap verdiler: ‘Sizin uğursuzluğunuz beraberinizdedir. Size öğüt verildi diye mi (uğursuzluğa uğradınız)? Doğrusu siz israfı âdet etmiş bir kavimsiniz’ dediler. O sırada şehrin ta ucundan bir adam koşarak geldi ve
: ‘Ey kavmim! Uyun o elçilere! Uyun sizden hiçbir ücret istemeyen o zatlara ki, onlar hidayete ermişlerdir. Bana ne oluyor da kulluk etmeyecekmişim beni yaratana? Hep döndürülüp O'na götürüleceksiniz. Hiç ben O'ndan başka ilâhlar edinir miyim? Eğer O Rahman, bana bir zarar dileyecek olsa, onların şefaati benden yana hiçbir şeye yaramaz ve onlar beni kurtaramazlar. Şüphesiz ki ben, o zaman apaçık bir sapıklık içinde olurum. Şüphesiz ki ben, Rabbinize iman getirdim, gelin dinleyin beni.’ (Sonra ona) ‘Haydi gir cennete!’ denildi. O da dedi ki: ‘Ne olurdu kavmim bilseydi! Rabbimin beni bağışladığını ve beni kendilerine ikram edilen kullarından kıldığını.’ Biz arkasından kavminin üzerine bir ordu indirmedik, indirecek de değildik. Sadece bir gürültü oldu, onlar da hemen sönüverdiler. Yazıklar olsun o kullara ki, kendilerine gelen her bir peygamberle mutlaka alay ediyorlardı.” (Yasin: 13-30)
***
Habib şehrin marangozlarındandı. Bu yüzden ona Habibun Neccar derlerdi. (Şebîb İbn Bişr İkrime kanalıyla İbn Abbâs) Önce 2 kişi olarak gelen sonra biriyle daha desteklenen 3 elçi şehirde sokak sokak gezmiş, şehrin varoşlarına, fakir mahallelerine dahi ulaşmış tevhidi tebliğ etmişlerdi.

Habibun Neccar da bu 3 elçiyi dinlemiş, anlattıkları dinin güzelliklerini idrak edince onlara tabi olmuştu. Hak dine ittiba etmekle şehadet fermanını imzaladığını bilmiyordu; ama tek olan, eşi, benzeri, zıddı olmayan Allah’ı birledikten sonra kalbi genişlemişti. Yüreği incelmiş, yüzünde şirkten kalan sıkıntıların yerini nurdan gamzeler almıştı. Kendi kendine hayıflanır, putlara taptığı yıllarını kınardı. Hatırlayınca, içi daralır, tevbe edip af dilerdi.
***
3 Elçi, şehrin en işlek merkezinde o gün halka yine tebliğ etmeye başladılar. Etraflarını çeviren kalabalık yavaş yavaş artıyordu. Çünkü söyledikleri hem kalbleri okşuyor hem de akıllara yatıyordu. Bu 3 Elçinin insanları hakka çağırdığı haberi şehrin müstekbirlerine ulaştı. Şehrin önde gelen kibirli, inkarcı, putlardan ticaret ağı kurmuş aynı zamanda şehrin yönetimini de ellerinde tutan kodamanları söz birliği etmişlercesine birer ikişer şehrin merkezine, insanların toplandığı alana geldiler. Mevki ve makamlarıyla insanlar üzerinde nüfuz sahibi olduklarından onları gören halk ürperdi, suçluluk psikolojisine girdi. Çünkü insanlar şehrin müstekbirlerinin bu üç elçiye soğuk baktıklarını, birkaç kez tartıştıklarını ve onları dinleyenleri azarladıklarını biliyordu. Davetçilerin söyledikleri doğru ve güzel şeylerdi. Ama şehrin efendileri istemiyordu.

Olay bölgesine gelen müstekbirler ellerindeki yelpazelerle avam halka yüzlerini ekşiterek “Çık şurdan pislik torbası. Yol aç bakayım” tahkirleriyle kalabalığı yararak Elçilerin önüne kadar geldiler. Elçiler.. onları çevreleyen halk.. ve halk ile Elçiler arasında, Elçilerin karşısında şehrin müstekbirleri...

İçlerinden biri halka dönüp tiksintisini de yüzüne vererek; “Dağılın! Sizi sefil yaratıklar. Biz olamasak açlıktan geberirsiniz de burda bu üç fitneciyi dinliyorsunuz öyle mi?” diye halkı ordan kovmaya yeltendi. Böylelikle bu üç elçinin anlattığı ve onların tahtını sarsan efsuni sözlerin duyulmasını engellemeyi amaçlamıştı.

Ama şehrin müstekbirlerinden bir diğeri iki elini havaya kaldırarak birer birer dağılmaya başlayan halka “Duruuun! Kimse bir yere gitmesin. Herkes buraya toplansın, kimse ayrılmasın” diye çağrıda bulundu. Az önceki müstekbirin kovmasıyla dağılmaya başlamış halk bu yeni emirle ve daha bir merakla tekrar toplanmaya başladı. Halkı kovan müstekbir, arkadaşına “Ne oluyor” dercesine baktı. Suratı asıktı. Anlaşılan kendi emrinin hilafına emir verilmiş olmasından hoşnut olmamıştı. Arkadaşı da bunu anladığından onun kalbini ferahlatmak, halkın da merakını gidermek için sözüne ara vermeden devam etti. “Şimdi size Allah’tan geldik diyen bu üç elçinin yalanlarını ispat edeceğiz. Onlarla hepinizin önünde tartışalım da gerçek yüzlerini görün. Zira bu üç kişi bir müddettir orada burada şehrimizin büyüklerine karşı sizleri kışkırtmakta, şehrimizdeki huzuru baltalamaktadırlar...” insanlar kulaklarını iyice açtılar. İşler iyice sarpa saracaktı.

Halka yönelik hiç de yabancı gelmeyen sözlerinin ardında Elçiler dönen putçu bozuntusu “Haydi anlatın bakalım! Herkes, gördüğünüz gibi burda. Siz başta iki kişi olarak geldiniz. Sonra üçüncünüz de ortaya çıktı. Söyleyin derdiniz nedir? Neden şehrimizin huzurunu bozuyorsunuz” dedi.

Şehrin müstekbirlerinden olan bu kişi ağzı laf yapanlardandı. O da diğerleri gibi put sektöründe işlerini oturtmuş, bu sektörden iyi kazançlar ve saygın! bir mevki elde etmişti. İnsanların putlara daha çok tapmaları işlerinin daha tıkırında gitmesi demek olduğundan bu müstekbirler putlara yer vermeyen, putların dışlandığı, olmadığı her şeye de otomotikmen karşıydılar. Ama Allah şehre üç elçi yollamış, ilahi daveti ulaştırmıştı. Bu Elçileri ve onlara iman eden bir kaç kişiden biri olan Habibun Neccar’ı zorlu günler bekliyordu. Ardında binlerce kolaylığın geleceği zorluklar şehrin müminlerini kuşatacaktı.

Şehrin müstekbirleri, şehir halkı ve Allah tarafından yollanmış üç elçi şehrin merkezinde toplanmış… taraf olanlar ve taraf olmamaya taraf olanlar… Üç elçi şehrin müstekbirleri ile konuşuyordu. Üç elçi ve müstekbirler..! Ve onları seyreden halk yığını. Bunlar hak ile batılın karşılıklı konuşmasıyla ortaya çıkacak haklılığa mı tabii olacaklar, (Allah’ın müstesna kıldığı az bir kesime nasip olan) hakka mı taraf olacaklar? Yoksa maddi tehditleri, siyasi şantajları, resmi terörü göze alamayıp hakkın (uzatıp durduğu) elini mi boşta bırakacaklardı?

Şehrin müstekbirlerinden birisi öne atılıp sorusunu tekrarladı; “Siz önce iki kişi şehrimize geldiniz. Huzurumuzu bozmaya başladınız. Sonra bir üçüncünüz daha ortaya çıktı. Söyleyin siz ne istiyorsunuz?

-Biz ne isteyebiliriz ki? Biz size Allah tarafından yollanmış elçileriz.

Müstekbirlerden bir başkası öne çıkıp göbeğinin iki yanından iki elini şehir halkının yığıldığı yere dönerek açtı; “Bunlar…! Bunlar mı Allah tarafından yollanmış?” Sonra 3 elçiye dönerek “Siz bizim gibi insansınız. Sizin bizden farkınız, üstün olan bir tarafınız yok ki. Hem Rahman da bir şey indirmemiştir. Siz yalan konuşuyorsunuz.”

Toplum olarak Allah’ın var olduğuna inanan; ama binlerce putu Allah’a ortak koşanlara iyi bir taktikdi bu. “Rahman vardı doğru; ama O Rahman sizi yollamadı. Siz yalan konuşuyorsunuz” ithamına, bu taktik saldırıya üç elçi sükûnetle cevap verdi.

“Rabbimiz her şeyi biliyor. O (cc) bizim sizlere gönderilmiş elçiler olduğumuzu da biliyor. Biz sadece size tebliğ etmekle yükümlüyüz. Ey insanlar! İnanırsınız, inanmazsınız size kalmış. Biz üzerimize düşeni yaptık. Nice zamandır bu şehirde sizi Allah’ı birlemeye çağırdık. Sizi kendimize, bizim menfaatimiz olan bir şeye çağırdık mı? Bir olan Allah’a yönelin demekle, biz bir menfaat edindik mi hiç? Oysaki sizi şu hiçbir şeye gücü yetmeyen putlara çağıranlar o putlar üzerinden ne gelirler elde ediyorlar. Bizim hiçbir dünyalık beklentimiz söz konusu değilken, niye Rahman adına bir yalanla ortaya çıkalım ki? Hem bu işte horlanmadan, ezadan ve çileden başka bir şey yokken…”

Müstekbirlerin sözleri kuru ve cılız bir mantığa, elçilerin ise kalbe hitap ediyor, aklı da doyuruyordu. Çünkü hak aklı doyurur, kalbi muhatap alırdı. Çünkü Hak aşk işiydi. Batıl kuru akıldan ibaretti. Halk ne yapacaktı? Aşka tabi olacak ateşe mi atılacaktı? Yoksa seyredenler kuru bir mantık yürütüp hakka tabi olanların tattığı acılardan kaçınıp karlı çıktım mı diyecekti? Aşk ehli öldürülürken, zindanlara doluşurken, hicret garipliğine merhaba derken, işinden, aşından olurken zalimlerin yanında tezellül makamında aşkın çilelerinden kurtulmuşluğunu kâr mı sayacaktı?

Halk arasında uğultular baş gösterdi;
-Tabi ya! Doğru söylüyorlar. Kendilerinin bu işte bir menfaatleri yok ki…
-Evet, Evet insan durup dururken, menfaati yoksa niçin “ Beni Rahman yolladı” desin?
-Bence de doğru. Bir yalan uğruna bunca eziyeti kimseler göze alamaz.

Halk arasında elçilere meyil artarken bir müstekbir daha öne çıktı; “ Şu son yıllarda uğradığımız uğursuzluklar hep sizin yüzünüzden. Sizden dolayı uğursuzluklar yakamızı bırakmıyor.”

Halkın elçileri doğrulamaya başladığı yerde kocaman bir soru işaretiydi bu. Son yıllarda şehir ekonomisi eksiye geçmeye başlamış, siyasi çalkantılar çoğalmaya başlamış, iç kavgalar artmış, rüşvet ve yolsuzluklar had safhaya ulaşmış, kişiler arası gelir dağılımında korkunç uçurumlar oluşmuş, politik otorite diğer komşu devletler karşısında yerlerde sürünmüş, işsizlik artmış, cinayet, gasp, hırsızlık dâhil her türlü gayri meşru yola teveccüh çoğalmış, can ve mal güvenliği kalmamış, her türlü sapıklık insanlık hakkı diye ulu orta icra edilmiş, diğer ülkeler teknoloji ve her çeşit yaşam standardında ilerlerken onlar ha bire gerilemiş olmalı ki, tüm bunlardan elçileri sorumlu tutuyorlar.

Şehrin müstekbirlerinin uğursuzluk diye ifade ettikleri şey zikrettiğimiz durumlar olmalı. Şehrin kodamanlarının/yöneticilerinin bahsettiğimiz ve uğursuzluk dedikleri sosyal, ekonomik, politik ve idari çöküntüyü elçilere bağlaması size tanıdık geldi mi? Düşünün bir, hafızanızı yoklayın. Hani 100 yıla yakındır Müslümanlara da denir ya; “Sizin gibi gericiler yüzünden ilerleyemiyoruz. Batı gelişiyor, zenginleşiyor. Siz gericiler olmasanız biz uzaya çıkmıştık” Hatırladınız değil mi? Bu sözü her bir işittiğimizde elimize bakardık. Acaba bunlar uzaya çıkıyor da biz kuyruklarından tutup çekiyor muyuz diye.

Şehrin ekâbirlerinin elçilere itham ettikleri uğursuzluk bize yamamak istedikleri beceriksizliklerinden ne kadar farklı?

Bunun ardında yine çok tanıdık bir söz geliyor; “Şayet (bu söylediklerinize/çalışmalarınıza) bir son vermeyecek olursanız sizi taşa tutacağız ve size bizden yana acı bir azap dokunacaktır” Biz sadece söz olarak değil, eylem olarak da bu tehdidin yabancısı değiliz.

Bu, küfrün, atası Kabil’den beri devam ede gelen tehdittir. İşkence, zindan ve ölüm… Bu şeytan üçgeni davetçiyi yıldırmak için olduğu kadar davetçinin ulaştığı kitleyi de pasifize etmek içindir. Şehrin yöneticilerin taşa tutup azap etmekle tehdit etmesi, hemen öncesinde uğursuzlukla itham etmesinin üzerine gelince hakka meyletmeye başlayanlara geri adım attırdı.

Hep diyoruz ya, bu yüzden zihinleri bulandıran, kalpleri karartan, lisanları kirleten, kitleleri sistematik ve çağının imkânlarıyla haktan alıkoyan şarlatanların önünün alınması gerek. Çünkü Allah’ın insanoğlunun iradesine bıraktığı tercih hakkını zalimler; hileyle, şantajla, baskıyla, tehditle etkiliyor. Allah’ın bile muhayyer bıraktığı iradeye etkilemede bulunuyordu. Ama her şeye rağmen, hakkın tohumlarını – sayıları az da olsa- yürek toprağına nasırlı elleriyle avuç avuç serpen Habibun Neccar gibi yiğitler olacaktı.

Şehrin ileri gelenleri Allah’ın kendilerine yolladığı üç elçiyle halkın önünde tartışmaya devam ediyorlar. Kendi yönetim zaaflarının, idari beceriksizliklerinin, batıl sistemlerinin neticesi olan toplumsal yıkıntıyı, sosyal çöküşü uğursuzluk yaftasıyla elçilere yamamaya çalışıyorlardı. Uğursuzluk ithamının hemen ardından elçilerin ölümle tehdit edilmesi iki ayrı savaş boyutunun iki ayrı silahıydı. Uğursuzluk ithamı psikolojik savaştı. Psikolojik savaşta, manşetlerle, flaş haberlerle, açık oturumlarla, iddiasız iddianamelerle vb. binlerce yolla davetçi kompleks altına alınmak istenir. Davetçi yorulsun, bıksın hedeflenir. Diğer savaş boyutu, bildiğimiz vur öldür savaşıdır. Uğursuzluk ithamı ve ardından ölüm tehdidine (Yasin: 18) elçiler tek bir cümleyle direniş gösterdiler. Bu cümle hem psikolojik savaş hamlesini boşa çıkardı hem de ölüm tehditlerine cesurca bir cevap oldu.

“Elçiler :‘Uğursuzluğunuz kendinizdendir. Bu uğursuzluk size öğüt verildiği için mi? Hayır; siz, aşırı giden bir milletsiniz‘ demişlerdi.“ (Yasin: 19)

Uğursuzluğunuz kendi elinizdendir. İslam’ın nesilleri vahiy ışığı altında büyütmemesi için nice zamandır her tedbiri aldınız. İnsanların içindeki insani ve rahmani damarları nefis ve şehvet kılıçları ile kestiniz. Kalpleri göğüslerde sadece bir et parçası, vicdanları ayaklar altında bir nasır haline soktunuz. Böyle bir nesil, nice nesiller yetiştirdiniz. Her türlü erdemden ve beşeri vasıftan yoksun, insan sıfatında canavarlar başkalarının malına ve namusuna dadandı, can ve mal emniyeti kaldırıldı. Yetiştirdiğiniz toplum çaldı-çırptı, kırdı yok etti. Fuhşa ve eğlenceye battı. Böyle bir toplum gelişir mi? Hem biz size öğüt veriyoruz diye mi ülke gelişimi aksıyor?

Bu cevap elçilerin sadece dirayetini değil, aynı zamanda cesaretlerini de gösteriyordu. Çünkü recm edilip acı bir azapla tehdit edildiği halde makamında ve adrese teslim konuşmalar yapan biri korkmuyor demektir. Ama maalesef bu cesurca duruş ve mantık yıkan cevap meydandaki yığınlarda etki bırakamadı. Şehri önderlerinin elçileri ölümle tehdit etmesi orda hazır olan insanları batılın kucağına atmıştı bile. Güçlüden yana olmalıydılar. Zarar görmemek için öldürenin arkasında durmalıydılar. Akıllı davranmak, aklını kullanmak buydu.

Gelin biz şimdi elçileri, şehrin kibirli liderlerini ve sayı kalabalığı insanları şehrin meydanında bırakalım da şehrin diğer ucuna, varoşlarına, garibanların semtine nazar edip, Habibun Neccar’a yönelelim.

Habib, marangoz atölyesinde her zamanki gibi çalışıyordu. İman ettikten sonra hayatı tümüyle değişmişti. Eskiden bu atölyede put yapardı (Mücahit ve Mukatil). O dönemde kazancı çok iyiydi ve paraya para demezdi. Putlara tapan bir şehrin en gözde ve bol kazançlı mesleğini elinde tutuyordu. Kendisine elçilerin daveti ulaşınca put yapıp satma üzerine kurulu ticaretinin biteceğini, iflas etme noktasına geleceğini, maddi sıkıntılarla boğuşacağını anlamakta gecikmedi. Bu durum sadece gelen put siparişlerini geri çevirmemekle sınırlı değildi. İman edip put yapmayı bırakınca imal edeceği diğer ürünlere ambargo konulacağını, cezalandırmak için kimsenin onunla çalışmayacağını da çok iyi biliyordu. Ama o her şeyi göze almıştı. Elçilerin anlattığı Allah Rezzak idi. Rızkını O (cc) verecekti.

Habib, iman ettikten sonra en muazzam teklifler karşısında bile put siparişlerini geri çeviriyor, put yontmuyordu. “PİYASA ŞARTLARINDA MEVCUT KONJOKTÖRE GÖRE…” deyip itikadının gereğini piyasanın şartlarında heder etmiyordu. Ağırlık olarak ev araç gereçleri gibi mubah ürünlerin üretim ve satımına başlamıştı. Helal dairede çalışıp kazanmakla canlı örnek olmalıydı. Çalmadan, helal dire dışına çıkmadan pekâlâ insan nafakasını sağlar diye ispat etmeliydi. Bu yüzden büyük maddi kazançlar sağlayan put yapımını imanının da bir gereği olarak terk etmiş, ufak tefek ev araç gereçlerini yapmaya başlamıştı. Ancak müşrik toplum onu cezalandırıyor, alış veriş yapmıyordu. Öyle ki, bir iki haftada ancak bir kaşık veya şamdan satabiliyordu. Habibun Neccar, Marangoz Habib bunlara yine aldırış etmiyor, hakkı görmeleri için insanlara dua edip duruyordu.

Bunların dışında Habib’i sürekli ağlatan, içini burkan bir durum vardı. Mesleğindeki maharetiyle ün yapan Habib, iman etmeden önce rağbet edilen bir marangozdu. Çok kişi ev tanrılarını ona yaptırtırdı. Eskiden yontup sattığı putlar birçok evde olduğu gibi duruyor, birçok insan hala o putlara, Habib’in yonttuğu putlara tapıyordu. Bu durum Habib’i kahrediyordu. Kendisini sorumlu tutan Habib hep ağlıyor tövbe ediyordu. Bunun bir nebze de telafisi olur diye şehre gelen elçilere yakın duruyor, vaazlarını kaçırmamaya, alabildiğince feyizlenmeye çalışıyordu. Ve yine rivayetlere göre Habibun Neccar kazancının yarısını her zaman sadaka olarak dağıtırdı. (KUR'AN YOLU TEFSİRİ (HEYET)) Belki kefaret olur ve putlardan kazandığım parayı temizler diye. Bununla da yetinmeyen Habib’in ağzında sürekli şu cümle vardı; “Bu şehirde ellerimle yonttuğum putlara tapan insanların vebalini bir şekilde üstümden kaldırmalıyım.”

Habib, şehrin ucunda, ücra bir köşede marangoz atölyesinde çalışıyordu. Kapıdan ve tek pencereden atölyenin karanlığına süzülerek giren güneş ışığı içeriyi nispeten aydınlatırken, ışığın içinde Habib’in yonttuğu tahtaların talaş zerrecikleri görülebiliyordu.


Habib, elinin tersiyle alnındaki teri sildi. Omuzlarını ileri geri silkeleyip kemiklerini canlandırdı. İçinden bir ses dışarı çıkıp birkaç dakika nefes almasını söyledi. Elindeki testereyi bırakıp dışarı, kapının önüne çıktı. Güzel bir gündü. Hava güneşli ve açıktı. Yer yer bembeyaz bulutlar mavi gökyüzünün yanağında süzülüyordu.

Bulutlar beyaz ve temizdi.

Bulutlar şehre, şehrin meydanına doğru ilerliyordu.

Rüzgârların sırtına binmiş bulutlar acele ediyorcasına meydana imdada gidiyordu.

Çünkü o gün, o dakika şehrin meydanı çağrıda bulunuyordu. Davetçilerden üç davetçi kuşatılmış, katledilecekti birazdan. Yok muydu bir itirazı olan? Yok muydu şehrin müstekbirlerine karşı davetçileri arkasına alıp sahiplenecek bir hami?

Bulutlar Habib’in üstünden şehrin meydanına doğru giderken Habib’i de çağırdı, ‘sen de gel’ dedi.
***

Habib’in gözü yokuş aşağı koşar adım inen adamlara takıldı. Adamların adımlarında bir yerlere yetişme gayreti vardı. Kulakları ister istemez yokuş aşağı inen adamlara kaydı. Yukardan aşağı doğru inen adamlar tam Habib’in hizasına gelmişken aralarında geçen şu cümle Habib’in dikkatini iyice aldı. “Bu defa iş ciddi. Şehrin efendileri o üç yabancıyı öldürmekle tehdit etmiş.”

Habib’in algıları iyice kilitlendi. ‘Şehrin Efendileri..! Üç Yabancı..! Ölüm..! Tehdit..!
Çok iyi bildiği halde alakayı kurmaya çalışıyordu. Bu duydukları onu çok yakından ilgilendiriyordu, bunu biliyordu; ama… ama.. Tabi ya! Kilitlenmiş algıları açılıverdi.

Adamlar onu 3-5 metre geçmişti. Arkalarından koştu. Yetiştiği gibi az önce duyduklarını dillendiren adamı kolundan çekip;

“Sen az önce ne dedin? Bir daha söyler misin?”

Adamlar şaşırdı. Habib, soru sormaktan çok hesap sorar gibi bir tepki vermişti çünkü. Bu durumu o da fark etmiş olsa gerek üslubunu yumuşattı

“Yani az önce konuştuklarını duydum. Üç yabancıdan bahsettin. Tam anlayamadım. Bir de bana söyler misin? Ne oluyor?”

Kendisine soru sorulan adam Habib’e izah etmeden önce diğer bir adam araya girdi.

“Sen.. Seni tanıdım. Sen şu üç yalancı adamın getirdikleri dine giren o marangozsun değil mi? Evet evet neydi senin adın?

“Adım Habib’dir”

“Evet ya, Habib… Marangoz Habib” deyip kahkahayı patlattı. “Böyle acelece nereye yetişmeye çalışıyoruz biliyor musun? Şehir halkı senin o yalancı arkadaşlarını birazdan öldürecek. Birkaç taş da biz atmaya gidiyoruz. Sen de bizimle gel istersen…” diyerek yarım kalan kahkahasını tamamladı.

Habib, için dünya durdu. Ne demek öldürecekler? Buna cüret edebilirler miydi? Kendini hiçbir menfaat gözetmeksizin ortaya atan üç davetçi vardı yalnız ve gariptiler. Şehir çullanmıştı üzerlerine. Şimdi ben onlara nasıl yardım edebilirim. Böyle yerimde sümsük sümsük kalacak da değilim. Hayır, duramam burada. Hemen gitmeli, şehir halkına onları anlatmalıyım.

Habib, bir an düşüncelerden kurtulup adamlara sordu; ‘Nerdeler şimdi?’
‘Kim, o üç yabancı mı?’
‘Evet’
‘Şehrin meydanındalar. Şenliği kaçırmak istemiyorsan acele etmelisin’

Habib koşmaya başladı. Marangoz dükkânını açık bıraktı. Zaten aklına bile gelmedi. Delicesine koşuyordu. Koşarken de bir yandan dizlerine kadar inen, boynundan geçirip belinden bağladığı iş önlüğünün ilmeğini çözüp attı. İşi gücü, ticareti, dükkânı olduğu gibi arkasına atmıştı. Dava isterdi bazen, olmazsa olmaz bir zamanda yetiş derdi. Bu makamda önemli olan gitmek değil, zamanında gitmiş olmaktı. Mesai çıkışında, tatil gününde değil, arta kalan zamanında hiç değil… Bazen olmazsa olmaz bir ‘gel’ isterdi. İşte o geliş Habib gibi olmalıydı. Dükkanı bırakıp gelmeli, bütün insanlar toplanmış öldürecekken taş atmaya değil taşlara etten kalkan olmaya koşmalıydı. Bunun için Allah anlatmıyor muydu Habib’i.

Habib, yokuş aşağı koşuyor, sokak köşelerini dönmek için bile yavaşlamıyordu. Böyle olunca da duvarlara çarpıyor, sendeliyordu bazen. Sokak aralarından hızla akıp şehrin meydanına gidiyordu. İnsanların ölümden kaçtıkları kadar o ölüme koşuyordu.

Fakir varoşlardan zengin muhite doğru yaklaştıkça sokakların görüntüsü de değişiyordu. Çamurlu, çukurlu, bakımsız sokaklardan, yıkık dökük evlerden adım adım özenle döşenmiş kesme taş yollara, bahçeli, yeşillikli, bakımlı evlere doğru manzara değişiyordu.

Habib koşup gidiyor, nefes nefese rüzgârla yarışıyordu.
Habib geçerken su birikintisindeki ördek, yavrularını arkasına sırlayıp kenara kaçtı…
Sokaktaki kedi tüylerini kabartıp duvara tırmandı…
Sokak köpeği deli dolu koşan Habib’in arkasından havladı…
Tavuklar canhıraş sağa sola gıdaklayıp kaçıştı…
İnsanlar merakla ta köşeyi dönünceye kadar arkasından bakışıyordu.
Ve mahallenin kadınları konuşuyordu;
Kim bu adam
Tanımadın mı? Marangoz Habib bu.
Doğru doğru, ta kendisi.
İyi ama ne acelesi var böyle?
Kız duymadın mı, Habib’in şu üç ucube arkadaşını meydanda kıstırmışlar, öldüreceklermiş.
Ne yani Habib onları kurtarmaya mı gidiyor?
Şayet öyleyse bu adam tümden aklını yitirmiş.
Bu kaçmaz, hadi biz de gidelim. Nerden baksan 5-6 aylık malzeme çıktı bize.

Şehrin hayvanları yardım etmiyordu davetçilere bir kadınları ve bana necileri. Bir şehir kuşatmışken davetçileri, bulutlar yardıma gidiyordu bir de Habib. Üç davetçi nice zamandır o şehirde faaliyet gösteriyordu. Kazandıkları bir tek Habib miydi ki ondan başka koşan yoktu? Rivayetler ne der bilinmiyor; ama tahliller o şehirde Habib’den başka Müslümanların da olabileceğini anlatıyor. İyi; ama onlar nerdeydiler. Niye dava boğulmak istenirken şehrin meydanına koşmuyorlardı? Yoksa onlar gerisin geriye meydandan sıvışıyorlar mıydı? Allah’ım yoksa takiyye bayrağının gölgesinde, davayı inkârda ispat olsun diye onlarda mı ellerine taş almıştı. Ben de taş elime alır; ama atmam. İnsanlar elimde taşı görünce beni üç davetçiden beri bilirler. Hatta çok dikkat çekerse kendimi ispat için taşı atar fakat isabet ettirmem. Olmadı taşla ben de vururum; ama sert atmam. Ya da sert atarım; ama ayaklarına atarım. Ölümcül darbe almasına izin vermem.

Hey şeytan! Ne güzel kandırırsın insanı. Lafı sakız yapmaksızın er gibi, tek kelimeyle sahip çıkmak varken, insana kendini ne güzel kandırtırsın. Her insanı ikna edersiniz; ama kendini kandıranı asla. Siz hiç şehir halkı çullanmışken davetçilere sıvışanlar görmediniz mi? Eline taş alıp davetçiye bin bir bahane ile atanlar duymadınız mı? Dedik ya, rivayetlerde böyle bir kayıt yok; ama yakın tarih dersleri böyle telkin ediyor. Habib’den başka Müslümanlar illa vardı? Ama onlar nerdeydiler? Az önceyi bir daha okuyun, ya sıvışıyorlardı, ya da şehrin efendilerinden korunmak için recmediciler arasında duruyorlardı.
Habib’in gözü sokağın sonundaki dönemece takıldı. Orayı da döndü mü şehrin meydanına açılan son; ama düz caddeye çıkmış olacaktı.

Habib koşuyordu. Kimileri kaçmak için yaratılmıştı, kimileri meydana varmak için. Korkak ayaklar kaçmak içindi de cesurun ayakları sebat içindi. Habib’in tek derdi meydana varmaktı. Yetişememiş olmaktan çok korkuyordu. Dünyasını, ticaretini, tezgâhını, ailesini… herşeyini bırakıp koşmuştu. Veda etmeye fırsat bile bulamadan.

Nihayet Habib, meydana çıkan caddenin başında gözüktü. Meydanda şehir halkı üç davetçiyi çevirmiş, ellerinde taş, tam atmak üzereyken bir ses duyuldu;

Durun! Ne yapıyorsunuz! Durun dedim size!

Habib, şehrin en işlek meydanına varmış, biriken kalabalığı görebiliyordu. Kalabalık, bir daire halinde Üç İslam Davetçisini kuşatmıştı.
Bu üç İslam Davetçisi nice zamandır şehirde canla başla gezip insanları hakka davet ediyordu. Şimdi bütün bir şehir bunun karşılığı olarak onları kinle kuşatmıştı. Habib, uzaktan bakınca daire oluşturmuş kalabalıkta dairenin ortasındaki boşluğa doğru hareketlenmeler olduğunu görebiliyordu. Önü insan yığınlarıyla kapalı olduğundan Üç Davetçiyi seçemiyordu ama kalabalıktaki dalgalanmalardan onların davetçileri tartakladıklarını anlayabiliyordu.
Şehrin öbür ucundan gelmişti. Koşa koşa gelmişti. Kalbi yorgunluktan değil, Üç Davetçiye bir şey olur endişesiyle küt küt atıyordu. Nefesini toplayıp tüm gayretiyle bir kez daha bağırdı: “ Duruun! Ne yapıyorsunuz?” Kalabalık uğultusu, sesini duyulmaz yapıyordu. Uzaktan bağırmayı bırakıp koşmaya devam etti. Nihayet kalabalığa vardı. En arkadan insanları yararak, sağa sola kaba kuvvetle iterek kendine yol açmaya başladı. Kalabalığın arkasından dalmış, insanları yırtıp Üç Davetçiye varmaya çalışıyordu. Sağa sola fırlayıp önünü her açtığında “Durun dedim size durun” kabilinden dil dökmeye de devam ediyordu.
En sonunda kalabalıktan sıyrılıp kendini Üç İslam Davetçisinin yanına attı. Nefes nefeseydi. Hem de şehrin öbür ucundan koşarak gelmişti. Aşk ile gelmişti. İslam davasına hami gelmişti. Allah’ın davasına davet edenlere kol kanat germeye gelmişti. Koşa koşa gelişinde şevk vardı, cesaret ve gayret vardı. Şevki olmayan koşarak gelmezdi. Cesareti olmayan gelmezdi ve çünkü gayreti olmayan hami olmaya gelmezdi. Yine, davetçi tartaklanıp linç edilirken şevki olmayan hiç gelmezdi. Cesareti olmayan seyretmeye gelirdi. Gayreti olmayan diğerleriyle el birliği taş atmaya gelirdi.
Habib, marangoz dükkanını, işini yani bırakıp gelmişti. Ticaretini, alacaklarını, çeklerini, senetlerini… unutup gelmişti. Eşini ve çocuklarını değil helalleşmeden, haberdar bile edemeden gelmişti. Çünkü dava bazen böyle bir geliş isterdi. İşte, o isteyişinde davaya koşarak gelmek olmalıydı. Davadan başka her şeyi arkasına atabilmek olmalıydı.
Şehrin ortasında şehir halkının kuşattığı Üç Davetçiye Habib-un Neccar (Marangoz Habib) yetişmişti. Yasin suresi isim vermeden resmeder bu kahramanı ki; doktor, mühendis, öğretmen, bakkal, berber, demirci, iş adamı, işçi, memur, amir, esnaf… gibi nice Habibler, davetçiye Habib olsun. Şehrin öbür ucundan koşarak gelsin. Davetçiyi tartaklayanlara, hor ve hakir görenlere “Dur” desin. Sonra davetçilere bir tebessüm etsin. Çatık kaşlar onlara kin kusarken o bir selam versin. Sadece bir hatır sorsun, kaçarken herkes onlardan.
*******
Habib’in bu büyük cesaret isteyen ortaya atılışı herkesi şaşırtmıştı. Meraklı ve şaşkın gözler suskunluk içinde Habib’i izliyordu, ne yapacak diye. Habib önce tartaklanıp yerlere atılan davetçiyi yerden kaldırdı. Gözlerinin içi gülerek davetçiye güller hediye etti. Üstündeki tozları eliyle silip elinden tuttu. Sonra diğer İki Davetçiye de tebessüm ile nazar etti. Ardından kalabalığa yönelip 360 derece etrafında dönmeye başladı. Bir yuvarlak çember halinde dört tarafları meymenetsiz insanlarca çevrilmişti. Bulutlardan bir fotoğraf çekseniz göreceğiniz kare şuydu; sırtlanlar sürüsü 4 güvercini kuşatmış boğazlamayı bekliyor.
Habib’in 360 derece etrafında gezerek süzdüğü şehir halkı değişik gruplardan oluşuyordu.
En önde Üç Davetçiye kindar, onların getirdikleri hakka inadi bir küfürle cephe almış şehrin azgın kodamanları.
Elit tabakanın propagandalarının etkisi altında kalmış, davetçileri tanımak nasip olmayan, onları iftiralar sonucu çok yanlış bilen ve şehirdeki huzursuzluğun sebebi görenler.
Yine şehir meydanında davetçileri kuşatan insanlar arasına sızmış bazıları da vardı ki, sadece menfaatleri için oradaydılar. Ezenlerden, zalimlerden, egemenlerden yana olarak mevki koparacaklar, mevkilerini koruyacaklar, siyasi veya ticari ambargodan emin olacaklar, tezgâhlarını pekiştirip bir aferin alacaklardı. Bu gibi kimseler için kim eziyor, kim eziliyor önemli değildi. Önemli olan ezen ve ezilen arasında rant koparacağı tarafta durabilme başarısıydı.
Ayrıca bir de fikren tarafsız, amelde ise ortam adamları olan bir grup vardı. Bunlar ellerinde taş recmetmeye hazırdılar. Bunun sebebi de yalnızca çoğunluğa uymuş olmak içindi. Bunlar, muhakeme etmeyen ortam insanlarıydı.
Ellerinde taş, İslam davetçilerini recmetmek için hazır bekleyen şehir halkı arasında tüm saydıklarımızdan hariç bir grup vardı ki, halleri içler acısıydı. En zavallı olanlar da bunlardı. Çünkü bunlara davetçilerin tebliği ulaşmış, davetçileri tanımış, hakkı görmüşlerdi. Şimdi sorsanız “Davayla hasbi halleri olmuş bu insanların recmedicilerin safında ellerinde taş olduğu halde ne işleri var?”
Şehrin müstekbirleri menfaatle, propagandayla, fikri birliktelikle şehrin meydanına getirtip İslam davası aleyhine çeviremediklerini şantajla, tehditle, sindirme politikalarıyla oraya yığmış ellerine taş tutuşturmuştu. “Bizden olduğunu kanıtlaman için davetçilere sen de bir taş atmalısın” demişlerdi. İşte bundandır kâfir dillerle Müslümanlara saldırırlar. Kafir taşlarlarla müminlerin başlarını yararlar.
Bu zavallı grup kendini kandırıyordu: “Meydanda davetçilerin aleyhinde gözükür, kimliğimi gizlerim. Böylelikle bana, aileme, mevkime, ticaretime bir zarar gelmez. Buna rağmen göze çarparsam elime bir taş alır; ama atmam. Baktım olmadı davetçilere ben de taş atarım; ama ıskalarım. Yine de sivrilirsem ayaklarına vurur, öldürücü darbelerden sakınırım.” Kendine dürüst olmayınca insan, her şey mubah oluyor, bahaneler haklı gerekçeler oluyor.
Habib, Üç Davetçiyi çevreleyen şehir halkına uzun uzun baktı. Gözleri dönmüş şehir müstekbirlerinin birazdan yaptıracakları şeyi biliyordu. Ama olsun o her şeyi göze almıştı.
Şehrin baronları nice zamandır bu ortamı arıyorlardı. Kapalı kapılar ardında kirli beyinler, necis eller şehre Allah’ın lutfüyle gelen Üç Davetçinin hareketi aleyhinde faaliyet gösteriyordu. Kendilerince amaçlarına ulaşmışlardı. Birazdan her şey bitecek zulüm düzenlerine tehdit oluşturan adalet kılıcı kırılacaktı! Tabi bu onların tuzağıydı. Bir de tuzak kuranları en hayırlısı vardı tuzak kuracak..!

O sırada şehrin ta ucundan bir adam koşarak geldi ve: "Ey kavmim! Uyun o elçilere! Uyun sizden hiçbir ücret istemeyen o zatlara ki, onlar hidayete ermişlerdir. Bana ne oluyor da kulluk etmeyecekmişim beni yaratana? Hep döndürülüp O'na götürüleceksiniz. Hiç ben O'ndan başka ilâhlar edinir miyim? Eğer O Rahman, bana bir zarar dileyecek olsa, onların şefaati benden yana hiçbir şeye yaramaz ve onlar beni kurtaramazlar. Şüphesiz ki ben, o zaman apaçık bir sapıklık içinde olurum. Şüphesiz ki ben, Rabbinize iman getirdim, gelin dinleyin beni. (Sonra ona) "haydi gir cennete!" denildi. O da dedi ki: "Ne olurdu kavmim bilseydi! Rabbimin beni bağışladığını ve beni kendilerine ikram edilen kullarından kıldığını."(YASİN: 20-27)
Şehrin öbür ucundan koşarak gelen Habib, üç davetçiye kalkan olmuş, cesurca bir çıkış yapmıştı. “Ey kavmim! Allah’ın size gönderdiği elçilere uyun. Onlar sizden bir ücret istemediler. Onlar doğru yoldadırlar” diyerek bütün bir şehrin içinde imanını açığa vurmuştu. Onun bu yiğitçe çıkışı halkı tehdit ve gözdağı ile davetçilere karşı kışkırtan yönetici ve elit tabakanın moralini bozmuştu.
“Ey Marangoz! Sen de mi bu üç yabancının Rabbine tapıyorsun?”
Bilinmeyeni öğrenmek için sorulmuş değil, tehdit kokan bir soruydu. Habib bu tehdidi algılamasına rağmen oralı olmadı;
“Beni yaratana niye ibadet etmeyeyim? Evet, haydi bir gerekçe gösterin. Bir tek sebep gösterin ki Rabbime ibadet etmeyeyim. İçki içmem, kumar oynamam, zina yapmam, namazı terk etmem, putlara tapmam için bir neden söyleyin. Oysa benim, Rabbime ibadet etmem için binler sebebim var. Alın size bu sebeblerden sadece bir tanesi: -O’na (c.c.) döndürüleceksiniz.”
Şehrin müstekbirleri halkın önünde Habib’in karşısında küçülmüşlerdi. Daha fazla rezil rüsvay olmamak için biraz daha alttan alarak; ama tehdidi de elden bırakmadan;
- Bak Marangoz! Bu üç yabancının tanrısından sana bir hayır gelmez. Sen, bizim tanrılarımıza geri dön. Ailen, çoluk çocuğun, güzel bir işin var. Bunlar elinden çıksın istemezsin değil mi? Tanrılarımızdan yüz çevirirsen onların gazabına uğrarsın. Gel de tanrılarımızın himayesine gir.
Habib bu teklife tereddütsüz dudak büktü;
- Ben… Ben Allah’dan başka ilah edinir miyim? Eğer Allah bana bir zarar yazsa o tanrılarınızın şefaati hiç fayda etmez. Hem bu durumda bu güzel dini bulduktan sonra sapıklığa dönmüş olurum. Siz siz olun beni dinleyin, ben Rabbinize iman ettim.
Habib’in bu son sözleri bardağı taşırmaya yetmişti. Müstekbirlerin bir işaretiyle zavallı sefih ve hep başkalarının tetikçisi olmuş şehir halkı Habib’e taş yağdırmaya başladı. Taşlar kafasına, sırtına, gövdesine, ayaklarına, her tarafına değip yere düşüyordu. Habib kollarıyla kafasını korumaya çalışıyordu; ama nafile. Değen her bir taş Habib’in bedeninde kandan yaralar açıyordu. Habib, takati tükenince yere düştü. Onu recmeden şehir halkı bu kez linç etmeye başladı. Her tarafına tekmelerle vurup öldürünceye kadar yerde tekmelediler. Öldüğüne kani olunca birer ikişer dağılmaya başladılar.
Yerde kanlar içinde son nefeslerini solurken Habib, gökyüzünü seyrediyordu. Bir kapı açıldı gökten. Bir ışık huzmesi Habib’in gözbebeklerine doluştu. Bir koku ki, melekler cennet gülü toplamış getiriyordu. Şarıl şarıl cennet suları, yeşil bir vadi görünüyordu kapının öteki tarafından. Kapıda nur yüzlüler Habib’i çağırıyordu serin bir cennet ikindisinde. Damarları kandan son damlaları al al toprağa hediye ederken Habibin yüzünde tatlı bir gülümseme ve dudaklarında bir mırıltı; “Ne olurdu kavmim bilseydi! Rabbimin beni bağışladığını ve beni kendilerine ikram edilen kullarından kıldığını” (Yasin: 27)
Şehir halkı nefretini kusmuş dağılıyordu ki, ordular değil, bir tek çığlık geldi. Öyle bir çığlık ki, hepsi elleriyle kulaklarını tıkayıp diz üstü yere yığıldı, helak oldular. Böyleydi işte Müslümana çok gördüğünüz arz size de kalmazdı, bırakmazdı Allah. Habib’den sonra bir tek çığlık yetmişti onlara.
Yasin suresi Kur’an’ın kalbidir. Aşir olarak faziletleri çokça cari bir suredir. Allah Azze ve Celle’nin İslam Davetçilerine hamilik yapan birini (Habibun Neccar) Yasin suresinde bizlere anlatması, Yasin gibi en çok ve sıkça okunan bir surede bizlere hikâye etmesi elbette değişik hikmetlere binaendir. Kur’an’ın en çok okunan surelerinden birinde bu olayın kıssa edilmesiyle Müslümanlar sürekli sorumluluklarını hatırlıyorlar. İslam davetçilerine sahip çıkmak, onları kollamak, arka çıkmak gibi mesuliyetler bu vesileyle hep hatırlanır oldu.
Yasin suresinde Habibun Neccar’ın anlatıldığı yerde gönderilen iki davetçinin bir üçüncüsüyle desteklendiği vurgulanır. Rabbimizin iki Said’den sonra yolladığı üçünçü ve iki Said’in şahs-i manevisi olan Nurlu Kervan ile desteklenmesini anımsatması ne manidardır. Bu üçüncü davetçi de kendi Habiblerini beklemektedir.
Zaman oldu horlandık, dışlandık, itildik, kakıldık. Bir bardak su, bir dilim ekmek değil, bir selam, bir içten tebessüm aradık hep. Gözlerimiz şehrin öbür ucunda koşarak gelecek Habibler bekledik. İki Said’den sonra üçüncü ve destekçi olarak gelen davetçi Habibleri bekledik durduk.
Çok iyi biliyoruz ki; Habibler yetiştirilirse, Habiblere gidilirse koşarak gelirler. Şu an şehrin her tarafına yayılmış put yontan, günahlara batmış Habibler davetçilerini bekler. Üç Davetçi sokaklara yayılıp davet ettiler, yılmadılar Habib’i inşa ettiler.
Bir davetçi hayalindeyim şehrin her tarafına yayılmış “Hiçbir ücret de istemiyorum” diyerek dini anlatan, Habibler yetiştiren. Davetinde korkmayan, usanmayan, boyun eğmeyen…
Habibler hayalindeyim, davetçiyi şehrin eşkıyaları çevrelediğinde şehrin öbür ucundan koşarak gelen.. Muayenehanesini bırakıp koşan doktorlar, bürosunu kapatıp gelen avukatlar, kepengini indirmeden koşan esnaflar, tarlasından geçen çiftçiler, öğretmenler, öğrenciler, şoförler, gençler, ihtiyarlar, erkekler, bayanlar… Habib olsun duasındayım. Duyunca davetçiler zorda koşuversinler… Erkekçe şehrin ucundan güneşi arkasına alarak “ Kavmim Heyy! Ne oluyor size, Allah’ın davetçilerine uymuyorsunuz” diyecek Muhammed Mustafa’nın davasına Habib olacak olanlar nerdesiniz?

 
  Facebook'ta Paylas
Ak Gençlerin Bulusma Noktası www.akpartikonyaaltigenclik.tr.gg

 
 
Ergenekon İddianameleri:
1.İddianame İndir
2.İddianame İndir
3.İddianame İndir
KONUYU YAZ
KONUYU YAZ
KONUYU YAZ

KONUYU YAZ
KONUYU YAZ
KONUYU YAZ
KONUYU YAZ
11.İddianame ÇYDD
Buraya istediğiniz yazı ya da kod
akpartikonyaaltigenclik.tr.gg
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol